Chapter 78: 16
Sonbaharın sert rüzgârları Hannol Nehri'nin suyuna hafif dalgalar düşürürken, Ehter kalenin güney surlarına yakın bir noktada duruyor, gözlerini nehri ve ötesindeki ufku izleyerek düşüncelere dalıyordu. Ağaçların sararmış yaprakları gökte savruluyor, kimi zaman Ehter'in saçlarının üstüne usulca konuyordu. Üzerindeki ince ceket, sonbahar serinliğinin artık kışa yaklaştığını hissettirecek kadar rüzgâra karşı yetersiz kalıyor, yine de surdan inip içeriye dönmeden önce çevresini biraz daha incelemek istiyordu. Çünkü artık Sanor Kalesi'nin nüfusu artmaya başlamış, iç alandaki yer darlığı da kendini belli etmişti.
Aylardır yürüttüğü projeler, ticari başarılar ve sur içi düzenlemeler Ehter'e yeni fikirler aşılamıştı: Kalenin ileriye dönük genişlemesi. Aslında Hannol Nehri doğal bir koruma, hele güney tarafında suru güçlendirirken nehir de büyük bir avantaja dönüşüyordu. Batı, kuzey ve doğu yönlerindeki düzlüklerde seyrek ağaçlar ve bolca sarı-kahverengi toprak göz alabildiğine uzanıyordu. Ehter, "Bu bölgeleri bir oval sur yapısıyla çevrelemek mümkün mü?" diye kendi kendine mırıldandı. Surları büyütmek kolay değildi ama yeni gelenler için konutlar, atölyeler ve kilerler inşa edilecekse, mevcut alan yetersiz kalıyordu. Aklında "ikinci sur katmanı" fikri belirdi: var olan surun dışında, batı, kuzey ve doğu yönlerinde üç taraflı uzanan bir duvar sistemiyle kale sınırlarını genişletip daha çok insanı barındırabilirdi.
Böylelikle kale bir halka misali büyür, ortada ana sur ve yaşam alanı dururken dış katmanda yeni evler, atölyeler ve savunma noktaları konumlandırılabilirdi. Güney tarafı zaten nehirle çevrili olduğundan, orada büyük bir su engeli koruma sağlardı. Fakat Ehter'in zihninde hâlâ karanlık bir endişe vardı: Kraliçe Celenia'nın kulağına er geç bu gelişmeler gidecekti. Kral Minho'nun delilik hâline düşmesi Ehter'i saraya dönmekten alıkoyuyordu. Üstelik saray, bir gün ordu gönderirse ve Ehter'i "isyan" ile suçlarsa neler olacaktı? Kendi halkına karşı kılıç mı kaldıracaktı? Korkunç bir ikilem. Bu düşünce içinde derin bir sızı gibi duruyordu, ama yine de elinden geleni yapmaktan geri kalmak istemiyordu. "Bir gün eğer böyle bir şey olursa," diye içinden geçirdi, "umarım barışçıl bir yol bulunur."
Akşam üstüne yakın, rüzgârın daha sert estiğini hissedince Ehter içeri dönmeye karar verdi. Kalenin iç avlusunda hayli hareketlilik vardı. Balıkçı tekneleri dönüş hazırlığındaydı, bazı çıraklar demirhaneden çıkıp depoya metal taşıyorlardı. Ehter laboratuvarına dönüp çizimlerinin başına oturdu. Sabahtan yarım bıraktığı "su değirmeni projesi" neredeyse tamamlanmak üzereydi. Basit bir çarklı sistemle nehrin akışından enerji üretip tahıl öğütmede ve demirhanede körükleri çalıştırmada kullanabilirdi. Bu, kalede yeni bir dönemi başlatabilirdi.
Bir yandan da döner çarklı kapı mekanizması üzerinde çalışıyordu: Kapıda büyük bir çark sistemi, uzun zincirler ve dişliler yardımıyla yukarı-aşağı açılabilen veya yana kayabilen bir kapı hayali kuruyordu. Kitaplardan okudukları, onda uçuk gelebilecek fikirler uyandırıyordu ama Ehter pratiğe dökebileceğine inanıyordu. "Bir pratik sistem tasarlarsam, kalenin ana kapısını ufak bir kol ya da çark çevirerek açmak mümkün olur," diye mırıldandı. Çizim kâğıdında dişlilerin ve millerin detaylarına indi. Düşünceler aklından koşturuyor, bazen ince bir not alıyor, bazen de var olan bir detayı siliyordu.
Kapının oval sur yapısıyla uyumlu olması gerektiğine de karar verdi. Eğer ikinci sur katmanı kurulursa, oradaki ana kapı da bu mekanizmadan yararlanacaktı. Mevcut kapı için de benzer bir sistemi küçük ölçekte deneyebilir, başarılı olursa büyük sur kapısına uygulayabilirdi. Elini kaşına götürüp çizimlerine dalmışken, hafif bir tıkırtıyla kapı aralandı ve Hannle uzanıp, "Efendim, demirhaneye uğramanız lazım; çarklı kapı için istediğiniz demir çubuklar ve dişli taslakları hazır," dedi. Ehter gülümseyerek başını salladı. "Birazdan geliyorum."
Kafasında sürüyle fikir vardı, ama denemeden nasıl sonuçlanacağını kestiremiyordu. Tam kâğıtlarını toplayıp ayağa kalkarken, kalın bir parşömene gözleri takıldı: "Sur etrafına nehirden su kanalı çekmek" fikrini gösteren bir taslak. Bunu başka bir zamana ertelemeye karar verdi, çünkü hâlihazırda inşaatlar, demirhane ve yeni projeler çok fazla iş çıkartıyordu. "İleride, belki," diye düşündü. "Şimdilik teknelerimiz zaten yeterince sağlam. Hem su korumasını da sonra geliştirebiliriz."
Laboratuvardan demirhaneye gitmek için taş koridorlardan geçerken avluda koşuşturan bir kız çocuğuna rastladı. Çocuk tam Ehter'in önünde duraklayamadı, neredeyse Ehter'in bacaklarına çarpacaktı. Ehter refleksle kızı yakaladı, "Hop, yavaş!" diye yumuşak bir ses tonuyla uyardı. Kız, önce çekinecek gibi oldu, ama Ehter'in gülümseyip saçlarını okşaması üzerine hemen rahatladı. "Adın ne senin?" diye sordu Ehter. Kız mahcup bir tavırla, "Elin, efendim," dedi. Ehter eğilip alnına küçük bir öpücük kondurdu, "Dikkatli ol tamam mı Elin?" Kız, sevinç dolu bir ifadeyle "Tamam, özür dilerim," deyip oradan hızla uzaklaştı.
Ardından Ehter, sur köşesindeki demirhaneye vardı. İçeride üç-dört çırak demir ocaklarını körüklüyor, metal çubukları kızgın hale getiriyordu. Ustabaşı konumuna gelen bir demirci, Ehter'i görür görmez elindeki büyük kıskaçla sıcak demir parçasını masaya bıraktı ve selam verdi. "Efendim, istediğiniz çark dişleri üzerinde çalışıyoruz," dedi. Kalkan gibi bir nesnenin üzerinde dişli biçimlerine su veriyorlardı. Ehter şöyle kontrol etti, "Harika, bunların her biri aynı boyda mı?" diye sordu. Demirci, "Evet, ölçülerinizde kestik. Dış yüzeyleri aşındırıyoruz ki birbirleriyle sorunsuz temas etsinler." Ehter başını onaylarcasına salladı, "Sonra ben de test edeceğim. Şu çarklı kapı sistemi için hayli önemli."
Demirhanenin diğer köşesinde, çoktan büyük bir kule iskeleti göze çarpıyordu. Ehter'in projesi olan "mancınık benzeri, çoklu ok fırlatma kulesi", birkaç gün önce tamamlanmaya yaklaşmıştı. Surun üstünde heybetle yükselen bu kulede, alt kısımda döner bir mekanizma, tepede ise okları haznesine yerleştirilip tek bir tetikleme ile otomatik yaylım ateşi yapabilecek bir sistem vardı. Bu, Ehter'in belki de şu ana dek en çılgın projesiydi. İşi bittiğinde, "Devasa bir ok fırlatıcısı" haline gelen kule, kalenin savunma kapasitesini bambaşka bir seviyeye taşıyabilirdi.
Zaten sabah, Kule'yi surun üstüne dikmişler ve birkaç test yapmışlardı. Hem rastgele yaylım hem de belirli bir açıya sabitleme gibi seçenekler mevcuttu. Ehter, Gadle, Hannle ve bir grup kaleli, merakla izleyip deneme atışları gerçekleştirmişlerdi. Kulağa tuhaf gelse de, bir ok fırlatıcısı onlarca yayı tek seferde çekiyor, bir tetikleyiciyle onlarca oku aynı anda veya seri halde fırlatıyordu. "Hayli etkileyici," demişti Hannle. "Saldırı durumunda çok işimize yarar." Ehter ise "Umarım saldırıya gerek kalmaz," diye iç geçirerek cevaplamıştı, aklına saray ordusunun gelebileceği ihtimali takılıyordu.
Şimdi, kapı mekanizmasına dair son rötuşlar için malzemeleri topladıktan sonra Ehter yine surun üstüne çıktı. Orada Gadle ile karşılaştı. Gadle, "Bu kapının döner çark sistemi, kapıyı daha hızlı açıp kapamayı sağlayacak. Ama aynı zamanda halatların kopmamasına dikkat etmemiz gerek. Yedek zincirler de bulundurmalıyız," dedi. Ehter "Katılıyorum. Yedek zincirler ve dişliler olmadan olmaz," diyerek Gadle'ı onayladı. Ardından ikisi, devasa kapının iç tarafında duvara monte ettikleri dişli sistemini prova etmeye başladılar. Bir kolu çevirdiklerinde kapı yukarı kalkıyor, geri çevirdiklerinde kapanıyordu. "Şu menteşeleri biraz daha yağlamalıyız," diye not aldı Ehter. "Ve belki iki kişinin birlikte çevirebileceği bir kol sistemi daha iyi olur."
Akşama doğru, Ehter Kule'nin yanına bir kez daha uğradı. Mancınık gibi çalışan bu büyük ok fırlatıcısını test etmek isteyen birkaç genç okçu oradaydı. Ehter'e selam verip, "Efendim, atışları bir kez daha denemek istiyoruz," dediler. Ehter, "Tamam," diyerek yanlarına yaklaştı. "Ama önce güvenlik önlemi alalım. Surlardan öteye, ağaçlık bir alan ya da hedef tahtası koymamız lazım ki kimse zarar görmesin." Gençlerden biri, "Hazırladık efendim, surdan 100 metre öteye bir hedef diktik," dedi. Ehter gülümseyerek onlara yolu açtı, "Peki, bakalım neler olacak."
Sisteme 10 adet ok yerleştirildi, yayı birer birer kuruldu ve Ehter tetik mekanizmasını inceledi: Sıkıştırılmış bir yay grubu, dişli kilidini çekince ardı ardına okları fırlatıyordu. "Tetiklemeye hazırız," diyen genç muhafızlardan biri nefesini tutup kolu çevirdi. Ardından kısa bir "çatk!" sesiyle, oklar sırasıyla havada süzülüp surun dışına savruldu. Çoğu hedef tahtasına yaklaştı ama birkaçı isabet etti. "Fena değil," dedi Ehter. "Biraz yön ayarı yaptığımızda çok daha isabetli olabilir."
Bu ilgi çekici atış denemesini izleyen Hannle, surun kenarından bakarak, "Bir saldırı olsa, tek seferde bu kadar çok oku nasıl savurabileceğimizi görmüş oldum. Gerçekten çok etkileyici," diye memnuniyetle konuştu. Ehter ise "Umarım kullanmak zorunda kalmayız," diye yineledi. Yine de kaleyi güçlendirmekte kararlıydı; hem dış tehlikelere hem de belki saraydan gelecek ordulara karşı.
Aradan birkaç saat geçince, hava kararmaya başladı, meşaleler teker teker yakıldı. Demirhanede işi biten ustalar ve çıraklar, ellerindeki aletleri düzenleyerek dışarı çıktılar. Bazıları Ehter'i görünce "Haydi efendim, biraz soluklanın," diye seslendi. Ehter kıkırdayarak, "Evet, haklısınız. Gün boyu kapı dişlileriydi, kuleydi derken yorulduk," dedi. Birlikte avluya doğru inip Sanchi'nin hazırladığı yemeğin kokusunu takip ettiler.
Avluda yine kalabalık bir grup toplanmıştı. Yeni gelen birkaç aile, ortama alışmaya çalışıyor, gençlerden bazıları surları keşfetmeye hevesliydi. Ehter, bir tarafta harıl harıl sohbet eden Hannle ile Gadle'ı gördü; yanında pademia'ya mal götürüp getiren balıkçı ekibinden kişiler de vardı. Yarın sabah tekneyle çıkacak, su ürünleri ve el dokumalarını pademia'ya taşıyacaklardı. Oradan getirecekleri demir ve kerestelerle kale inşaatına katkı sağlayacaklardı. Artık, Ehter'in "sürgün yeri" dediği yer adeta küçük bir liman şehri havasına bürünüyordu.
Yemek sonrası Ehter, son bir kez laboratuvarına uğramak istedi. İçeri girdiğinde, masasında yarım kalmış proje çizimlerine göz gezdirdi. Yeni su değirmeninin dişli hesapları, kapı mekanizmasının son rötuş notları, oval sur genişlemesi için kabaca çizdiği kroki… Hepsi ona bir gelecek inşa ettiğini anlatıyordu. Babasının deliliği ve saray entrikaları ise bu kapıların ardında duruyordu. Bir an, "Belki babamın hâliyle ilgilenmek için saraya gitmeliyim," diye içi burkuldu. Ama kendisine mektupta açıkça "Sakın gelme!" dediklerini hatırladı. Muhtemelen annesi Celenia, orada ipleri eline almış olmalıydı. Ehter bu düşünceyi başından savarak, "Burada bana ihtiyaç var," diye mırıldandı. "Üstelik oraya gitsem bile, beni kabul etmezler."
Gecenin ilerleyen saatlerinde, bir kandil ışığı altında tüm projelerini gözden geçiren Ehter, en son kapı mekanizmasının çizimine bir not düştü: "Döner çark sistemini basit tut, fazladan iki dişli ekle." Hem kapının hızlı açılıp kapanmasını sağlayacak hem de halat koparsa yedek zincir devreye girecekti. Gülümsedi; biliyordu ki bu yenilik, yarın sabah demirhanedeki ustalarla paylaşıldığında yine büyük heyecan uyandıracaktı.
Artık iyice gece olmuş, avludaki uğultu azalmıştı. Etrafta sadece birkaç muhafız devriye geziyordu. Ehter, masanın sandalyesinde gerinerek ellerini başının arkasında kavuşturdu. "Kule bitti, kapı sistemi ilerliyor, su değirmeni yolda… Sırada su kanalı projesi var ama o biraz daha vakit alacak," diye kendi kendine konuştu. Sonra aklına o minik kız çocuğu geldi. Gülümseyerek, "Umarım kimselere çarpmadan koşuyordur," diye düşündü. Kalenin çocuk sesleriyle canlanması, ona büyük mutluluk veriyordu.
Uzun soluklu bir iç çektiğinde, dışarıda esen rüzgârın ıslığı duyuldu. Yaprak dökümü mevsimi hızla ilerliyordu, çok geçmeden kış kapıya dayanacaktı. "Kış gelmeden ne kadar fazla inşaat tamamlanırsa o kadar iyi," diye not aldı kafasında. Oval surların temelini atmak için belki de baharı beklemek gerekecekti; yine de planları hazır tutmalıydı. Ehter, belki yarın sabah Gadle ile konuyu konuşur, bu projeyi en azından kâğıt üzerinde detaylandırırdı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, laboratuvarın lambasını söndürüp kapıyı kapadı. Yolda ilerlerken, sur üzerine yerleştirdikleri kuleye bakınca göğsünde gurur dolu bir his kabardı. Orada şimdi ürkütücü bir siluet gibi duruyordu; gündüz test ettikleri ok fırlatıcısı, surun güvenliğini sağlamada devrim niteliğindeydi. Kim bilir, belki saray ordusu gerçekten bir gün saldırmaya gelse dahi, Ehter ve Sanor Kalesi bu savunma sistemiyle onlara kötü bir sürpriz yapabilirdi. Bu düşünceyle yüzünü hafifçe buruşturdu: "Umarım bu silaha asla ihtiyaç duymayız," diye inledi. Kendi halkına karşı silah kullanmak, onun kesinlikle istemeyeceği bir şeydi. Fakat, "Ya mecbur kalırsam?" sorusu zihninde dönüyordu.
Sabah olunca, belki yine yeni bir macera başlayacaktı. Bu kaleye gelenler, Ehter'in liderliğinden söz ediyor, "Sürgün prensi" olarak onun hakkındaki tüm söylentileri birer birer çürütüyorlardı. İnsanlar Ehter'in basiretsiz değil, aksine akıllı, paylaşımcı ve güleryüzlü bir lider olduğunu görüyordu. Bu algı, Conrackt içindeki uç köylerde de hızla yayılmaya başlamıştı. Eskiden ismi sadece dedikodularda geçen Ehter, şimdi "Bizim Prens Ehter" diye anılıyordu.
Belki Celenia bir gün bunu öğrenip huzursuz olacak, belki ordu göndermeye kalkışacak, ama Ehter yine de en iyi bildiği şeyi yapacaktı: Kalesini ve halkını korumak. Onlara bilim, mekanik ve paylaşımcılık yoluyla refah sunmak. Bu kadar çelişki ve belirsizlik arasında, Ehter'in duruşu netti: kimseyi incitmemek, ama gerektiğinde savunmayı elden bırakmamak.
Bütün bu düşüncelerle, laboratuvarla odası arasındaki kısa yolu yürüdü. Tüm kale ağır ağır uykuya dalıyordu. Uzaktan Gadle ve Hannle'nin hararetli bir sohbete daldığı duyuluyor, Sanchi'nin mutfakta son kapları topladığı görülüyor, bazı muhafızların surlarda devriye atarken meşale ışıkları duvarların taşlarına gölge düşürüyordu. Ehter, içinden "Bu kaleyi ben kurtardım ve geliştirdim," diye geçirdi. Babasının sürgün kararının aslında ona yepyeni bir ufuk açtığını fark etti; saray entrikalarının aksine burada herkesin potansiyelini parlatacak imkânlar sağlanıyordu.
Sonunda odasının kapısını açtığında, küçük bir masada duran mumun titrek alevi gözlerini karşıladı. Yatağın üzerine pelerinini bıraktı, ardından masaya geçip gün boyunca edindiği notları kenara koydu. Birkaç sayfayı gözden geçirirken, "Yarın demirhanede kapı mekanizmasının dişlilerini kesinlikle test etmeliyim," dedi hafif bir sesle. Bir yandan da su değirmeninin planlarına dönüp "Bu projeyi nasıl hızlandırırım?" diye düşündü.
Yorgunluğa rağmen, aklı sürekli çalışıyordu. Kral Minho'nun deliliği, Ehter'in saraya dönmesini engelliyor, ama belki de Ehter'e burada çok daha fazla özgürlük tanıyordu. "Kaçınılmaz bir çatışma mı var ufukta, yoksa saray beni unutur mu?" diye geçirdi içinden. Gözü, duvara iliştirdiği oval sur planına kaydı. "Her ihtimale karşı hazırlıklı olmak gerek," diye fısıldadı. Geniş bir sur katmanı, bir gün "sanor kalesi" değil de "sanor şehri" kimliğini kazanabilirdi.
Biraz sonra, "Artık uyumalıyım," diyerek lambayı hafifçe üfleyip söndürdü. Gözlerini kapattığında, gün boyu yaşananlar zihninde dönüp duruyordu: surdaki ok fırlatıcısı, demirhanedeki çarklar, minik bir kız çocuğunun gülüşü, pademia'yla büyüyen ticaret, labirent gibi koridorlarda yankılanan sohbetler… Hepsi bir bütünün parçalarıydı. Ehter, kendi küçük krallığını inşa ediyordu. Aklının bir köşesinde saray ve babası olsa da, burada hayatta kalmayı ve hatta gelişmeyi başarmıştı.
Hannol Nehri'nin sabaha karşı hafif dalgalanışı, surlardaki muhafızların nöbet değişimi ve kale avlusuna düşen meşale gölgeleri, Ehter uykuya dalarken dış dünyada devam ediyordu. Sarı yapraklar dökülüyor, kışın habercisi rüzgâr uğuldamaya devam ediyordu. Ama bu kalede, her yeni gün yeni projeler, yeni umutlar getiriyordu. Kimi Sevecen Ehter diyordu, kimi akıllı lider Ehter, kimi de sürgün prensi Ehter. Bütün bu isimlerin yanında Ehter, sadece geleceği inşa etmeye uğraşan biriydi. Su değirmeni, çarklı kapı, oval sur… Hepsi yarınlara dair birer tuğlaydı. Babasının deliliğine karşın, Ehter aklıyla ve kalbiyle, insanlara korunaklı bir yuva sunuyordu.
Sonbaharın soğuk rüzgârları, Hannol Nehri'nin usul sularında küçük dalgalar yaratıyor, sararan yapraklar ıslak taşların ve kalın kütüklerin üzerine düşüp eziliyordu. Ehter, kalenin güney surlarındaki bir mazgalın yanına yaslanmış, gözlerini uzak ufka dikiyordu. Hafif sisle karışan gökyüzü, uzaklarda kışın habercisi koyu bulutlarla kaplıydı. Aklında pek çok düşünce vardı: Oval sur genişlemesi, kapının çarklı sistemi, babasının delilik haberleri, Kraliçe Celenia'nın bir gün ordu göndermesinden korkması… Bütün bu ihtimalleri gözden geçiriyor, "Kış yaklaşıyor, su değirmeni projesi için doğru zaman değil. Kalenin güvenliği ve bu planlama sorunları…" diye mırıldanıyordu.
Bir yandan da ne kadar yol aldığını hatırlamak ona tuhaf bir huzur veriyordu. Sanor Kalesi, üç ay öncesine dek sürgün için terk edilmiş bir yerken, şimdi ticaretin ve mekanik yeniliklerin beşiği haline gelmişti. Hem pademialı Ahter'le geliştirdikleri ticaret, hem demirhanenin çarklı kapı ve mancınık kulesi gibi projeler sayesinde kale büyük bir ivme kazanmıştı. Fakat Ehter'in kalbindeki o rahatsızlık geçmiyordu: Kraliçe Celenia, babasını deliliğe sürükleyip ülkenin gerçek gücünü eline almışken, bir gün kendi varlığını tam manasıyla fark ettiğinde ne olurdu? Sürgün hâlâ devam ediyordu, ama bu kadar güçlenen bir kale, "Sürgün yeri" tanımını çoktan aşmıştı.
Düşüncelerine dalmışken, surun altından yankılanan bir ses duydu. "Efendim, bir gelseniz iyi olacak!" Bu, yakın adamı Hannle'nin sesiydi. Ehter başını kaldırıp arkasına dönerek "Ne oluyor dostum?" diye sordu. Hannle'nın telaşlı yüz ifadesi, onun endişeli olduğunu belli ediyordu. "Surun dışında biri var," dedi Hannle. "Ne demek biri var?" diyen Ehter kaşlarını çattı. "Tek başına atıyla dikiliyor. Görmelisin."