Chapter 76: 14
Sanor Kalesi'nin avlusu, uzun süredir böylesine büyük bir kalabalık görmemişti.
Üç haftalık hummalı bir çalışmanın sonunda, kale artık bir harabe olmaktan çıkmış, gerçek bir savunma noktası hâline gelmişti.
Taşlar gelmiş, borçlar ödenmiş ve surların hasarlı noktaları büyük bir özenle onarılmıştı. Son taş, büyük bir uğraşın ardından yerine oturtulmuştu ve bu an, herkes için bir dönüm noktasıydı.
Kadınlı erkekli tüm kale halkı, bu başarıyı kutlamak için avluda toplanmıştı.
Hannle, muhafızlarla birlikte duvarların son denetimlerini yaparken, Ehter avlunun ortasında durarak gözlerini toplanan kalabalık üzerinde gezdirdi.
İçinde bir tür gurur vardı.
Buraya geldiği ilk gün, kendisini yalnız, dışlanmış ve güçsüz hissediyordu.
Ama şimdi… Sanor Kalesi, onun ellerinde yeniden yükseliyordu.
Ehter, derin bir nefes aldı.
Kalabalığa sesini yükseltti:
"Dostlarım."
Sessizlik, hızla yayıldı.
Ehter, konuşmasına devam etti:
"Üç hafta önce, burada sadece bir grup insandık. Hepimiz farklı yerlerden gelmiştik. Ama bugün, biz bir topluluğuz. Bir aileyiz."
Hannle ve Gadle, Ehter'in konuşmasını dinlerken birbirlerine hafifçe gülümsediler.
"Bu kale artık bir sürgün yeri değil. Burası bizim evimiz. Ve biz, burada sadece hayatta kalmayacağız. Gelişeceğiz, büyüyeceğiz ve kendimize ait bir düzen kuracağız."
Kalabalıktan yükselen hafif mırıltılar, memnuniyet fısıltılarına dönüşmüştü.
Ancak tam konuşmasının doruk noktasında, muhafızlardan biri hızla avlunun kapısına doğru ilerledi ve sert bir sesle bağırdı:
"Bir manga yaklaşıyor!"
Bütün kalabalık bir anda hareketlendi.
Ehter'in yüzü anında ciddileşti. Birkaç haftadır rahattılar, ama şimdi?
Muhafızlar, hızla kapıların açılmasını sağladı.
Ve Conrackt armalı bir grup asker, düzenli adımlarla içeri girdi.
Tüm avlu sessizleşti.
Önde yürüyen manga lideri, ifadesiz bir yüzle doğrudan Ehter'e yaklaştı.
Ehter, sessizce bekledi.
Lider, hiç vakit kaybetmeden cebinden mühürlü bir mektup çıkardı ve uzattı.
"Majesteleri'nden." dedi kısa ve resmi bir tonla.
Ehter, bir an duraksadı.
Bu beklediği bir şey değildi. Minho ona neden mektup gönderirdi?
Hızla mührü koparttı, parşömeni açtı ve gözleri satırları taramaya başladı.
Ama okudukça, ifadesi sertleşti.
Babası, Kral Minho, deliliğe sürüklenmişti.
Ehter'in nefesi kesildi. Kalbinin içinden, onu sıkıştıran bir korku dalgası yayıldı.
Ama mektuptaki sözler burada bitmiyordu.
Aşağıda, kısa ve kesin bir not vardı:
"Minho'nun oğlu ve tahtın gayrımeşru varisi Ehter, artık varislikten azat edildin."
Bu sözler, Ehter'in gözleri önünde silikleşiyor gibiydi.
Ama bu satırlar umrunda bile olmamıştı.
Onun dikkatini çeken tek şey, babasıyla ilgili kısımdı.
Minho deliliğe sürükleniyordu. Hasta olduğu yazıyordu.
Ehter'in içinden yükselen duyguları bir kelimeyle anlatmak gerekseydi, bu kesinlikle "şok" olurdu.
Sadece birkaç hafta önce onu sürgüne gönderen adam…
Şimdi, kendi içinde kayboluyordu.
Mektubun sonuna göz gezdirdiğinde, gözleri donuklaştı.
"Sürgünün devam edecek ve kesinlikle saraya gelmeyeceksin."
Bu cümle, Ehter'in göğsünde yankılanan ağır bir darbe gibiydi.
Babası böyle bir durumda, nasıl olur da yalnız bırakılırdı?
Bu düşmanlık ne zaman sona erecekti?
Bir an için gözlerini kapattı.
İçinden, sadece bir kelime döküldü.
"Baba…"
Etrafındaki herkes, onun nasıl tepki vereceğini izliyordu.
Ama o, kendi iç savaşına çoktan gömülmüştü.
Bu arada, manga lideri sabırsızca yerinde kıpırdandı.
"Prens Ehter, bir sorun var mı?" diye sordu, sesinde neredeyse küstah bir ton vardı.
Ehter, adamın sesini duydu ama doğrudan cevap vermedi.
Gözlerini parşömenden kaldırıp manga liderine dik dik baktı.
Bu adam…
Babasının muhafızları bile, artık ona saygı göstermiyordu.
Bunu fark edince, içinde garip bir boşluk oluştu.
Ama, şu an öfkeye kapılmanın bir anlamı yoktu.
Derin bir nefes aldı ve soğukkanlılığını koruyarak cevap verdi.
"Hayır, bir sorun yok."
Lider, sanki Ehter'in daha sert bir tepki vermesini bekliyormuş gibi bir an durdu.
Sonra başını eğdi. "O hâlde görevim tamamlandı." dedi ve dönerek adamlarına bir işaret verdi.
Conrackt armalı askerler, geldikleri gibi düzenli bir şekilde kale kapısından ayrıldılar.
Ama geride, Ehter'in zihninde çalkalanan binlerce soru bırakmışlardı.
Gözlerini, hâlâ elinde tuttuğu parşömene dikti.
Babası gerçekten hasta mıydı?
Yoksa bu, başka bir oyunun parçası mıydı?
Ve eğer hastaysa… onu bu hâlde yalnız bırakabilir miydi?
Sanor Kalesi'nin sessizliğinde, Ehter'in aklında tek bir şey yankılanıyordu.
Şimdi ne yapmalıydı?
Ehter, kendi düşüncelerinin içine o kadar gömülmüştü ki, etrafında oluşan sessiz halkayı fark etmemişti bile.
İnsanlar, birbirlerine bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Bütün o kutlama havası, coşkulu gülüşmeler ve şakalaşmalar, birkaç dakika içinde tamamen kaybolmuştu.
Şimdi avluda tek duyulan şey, ağır nefesler ve arada bir gelen öksürük sesleriydi.
Kimse, Ehter'in elinde tuttuğu mektubun içinde ne yazdığını bilmiyordu.
Ama prensin ifadesi değişmişti.
Yüzü, buz gibi donuk, gözleri düşüncelerle gölgelenmişti.
Hannle, bir adım atarak Ehter'e yaklaştı ama duraksadı.
Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu.
Burası artık Ehter'in evi, onun kalesiydi.
Ve bu insanlar artık onun halkıydı.
Ama bunu onlarla paylaşmalı mıydı?
Bu, onları ilgilendiren bir şey miydi?
Bir an için, mektubu katlayıp ceplerinden birine koymayı düşündü.
Ama sonra, bu insanların onun yanında, iyi ya da kötü, her durumda durduğunu hatırladı.
Bu, onların da bir parçasıydı.
Bir karar verdi.
Yavaşça başını kaldırdı ve etrafında oluşan halkanın farkına vardı.
Hepsinin gözleri onun üzerindeydi.
Şaşırdı.
Gözlerini bütün yüzlerde tek tek gezdirdi.
Burada, onun için hayatlarını koyacak insanlar vardı.
Sadece birkaç ay önce, bu insanlardan hiçbirini tanımıyordu.
Ama şimdi, onlar onun ailesi gibiydi.
Ve ailesinden bir şey saklamayacaktı.
Mektubu yavaşça kaldırdı ve sesi sakin ama güçlüydü.
"Kral Minho…" dedi. "Hasta."
Sessizlik daha da derinleşti.
İnsanların yüzlerinde farklı farklı ifadeler belirdi.
Kimi şaşkın, kimi şüpheliydi.
Ama hiçbiri, gerçekten umursuyormuş gibi görünmüyordu.
Kral Minho, onlar için sadece uzak, güçlü bir figürdü.
Onun hasta olması, Sanor Kalesi'nin halkı için fazla bir şey ifade etmiyordu.
Ama yine de, bu büyük bir haberdi.
Arkalardan biri, "Hasta mı?" diye sordu.
Ehter, başını salladı.
"Evet." dedi sadece.
Bir diğeri, "Ciddi mi?" diye ekledi.
Ehter, bilmiyordu.
Ama bu sorunun cevabını öğrenmek zorundaydı.
Kral hasta mıydı, yoksa bu bir oyun muydu?
Bunu düşünürken, etraftakiler kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar.
Ama kimse gerçekten panik yapmıyordu.
Minho'nun hasta olması, buradaki halk için bir şey değiştirmiyordu.
Bir süre sonra, Hannle konuştu.
"Peki, sen ne yapacaksın?"
Ehter, gözlerini ona çevirdi.
Bu soruya bir cevabı var mıydı?
Saraya geri dönemezdi.
Dönse bile, onu oraya sokmazlardı.
Ama babası bu hâlde yalnız bırakılabilir miydi?
Bu düşünceler, aklında dönerken, birden her şeyin gereğinden fazla ağırlaştığını hissetti.
Derin bir nefes aldı.
Ve sadece bir şey söylemek zorundaydı.
"Tamam, dostlar. Hadi bakalım, herkes şimdi dağılsın. Dilediğinizi yapın."
İnsanlar birkaç saniye boyunca beklediler.
Ama Ehter'in bu konuyu daha fazla konuşmak istemediğini anladıklarında, yavaş yavaş kendi işlerine döndüler.
Hannle ve Gadle, birbirlerine kısa bir bakış attılar ama bir şey demediler.
Ehter, hiçbir şey söylemeden geri döndü.
Ve kendi alanına, en çok huzur bulduğu yere doğru yürümeye başladı.
Laboratuvarına, kitaplarına, tozlarına…
Orası, şu an ihtiyacı olan tek şeydi.
---
Kraliçe Celenia, ağır işlemeler ve koyu renk kadifelerle süslü tahtta oturmuş, gözlerini konsey salonunda toplanan soylulara ve danışmanlara gezdiriyordu. Salonun tam ortasında, geniş bir masa ve çevresinde sıralanmış iskemleler yer alıyordu. Duvarlarda Conrack Krallığı'nın amblemleri ve eski zaferlerini betimleyen kabartmalar, sütunların arasından içeri sızan gün ışığıyla birleşiyor; yer yer yanmakta olan meşalelerin gölgesinde, taş duvarları karanlık bir atmosfer kaplıyordu.
O ise her şeyin çok daha ötesindeydi. Kral Minho'nun son zamanlardaki delilik süreci, hekimlerin "tedavi edilemez" raporlarıyla iyice açığa çıkmıştı. Bunu gören Kraliçe, kimsenin bilmediği bir şekilde mutlu sayılabilecek bir tatmin duygusunu içten içe taşıyordu. Çünkü bu delilik, sadece minik bir kutu içerisindeki saydam tozu mum fitillerine ve balmumlarına bulaştırmasıyla hızlanan bir süreç olmuştu. Saric'in donunda gizlice saraya soktuğu o tozu Kral'ın özel çalışma odasındaki mumlara ve meşaleliğe kasten yerleştirmiş, Kral her çalışmaya oturduğunda tozun dumanını soluyarak zihnini kendi elleriyle mahveder hale gelmişti.
Şimdi o, Kral'ın "iyileşemez" denecek kadar kötü durumda olması sayesinde fiilen krallığın tüm yönetimini üstlenmişti. Ve bu konsey toplantısı, artık onun hâkimiyetini açıkça gösteren bir sahneydi.
Zandar, kraliçenin sağ yanında, biraz gerisinde duran işlemeli bir koltukta oturuyordu. Babasının delirtilmesinde annesinin parmağı olduğunu henüz tam anlamamış gibi, kayıtsız bir ifade takınmıştı. Görünüşte konsey işlerine fazla aldırmaz duruyor, bazen annesine bakıp hafif bir gülümseme bırakıyordu.
Salonun ortasındaki masaya yakın duran Marken Tovry, gıda konusundaki raporlarını paylaşmaya başladı. Üzerinde sade ama şık bir tunik, belinde zarif bir kemer vardı. Getirdiği tomar tomar belgeyi açıp, sesini yükseltti:
"Kraliçem, bu yılın ilk tahıl hasadı beklediğimizden az gerçekleşti. Güney topraklarındaki kuraklık verimi düşürdü. Ancak stoklarımız hâlâ kritik seviyede sayılmaz. Conrack'ın çeşitli bölgelerinden gelen un ve bakliyat, en azından şimdilik açığı kapatıyor. Yine de fiyatlardaki yükselme halkta rahatsızlık uyandırıyor. Bu konuyu hafifletmek için kraliyet deposundan düşük maliyetle tahıl satılması öneriliyor."
Celenia, tahtın kolunu parmaklarıyla hafifçe tıklattı. Aklının bir köşesi, Kral'ın nasıl çöküşe gittiğini hatırlamanın keyfini yaşasa da yüzüne asla yansıtmadı. "Depolardaki fazla ne kadar kaldı?" diye sordu.
Marken Tovry, elindeki belgelere göz gezdirdi. "Tahmini olarak bir ay kadar şehirdeki açığı karşılarız. Ama uzun vadede, başka yerlerden ek destek almamız gerekecek. Gümrükler ve ticaret vergileriyle karşılayabiliriz, ancak..."
Sözü tamamlayamadan Esa araya girdi. Esa, her zaman güvenlik ve ordu raporlarını sunardı. Uzun yıllar savaş görmüş, krallığa sadık bir danışmandı. Vaktiyle Ehter'in sürgün edilişinin perde arkasında önemli rol oynadığına dair söylentiler vardı. Ve Celenia da Ehter'in sürgününde Esa'nın muhakkak bir payı olduğunu adı gibi biliyordu. "Kraliçem," diyerek hafif bir baş selamı verdi, gözlerini hafifçe kısarak konuştu, "Ordunun teçhizat ve moral durumu konusunda bilgi vermek istiyorum. Kral'ın, ah, bu zor durumu—" Kralın deliliğine üstü kapalı bir gönderme yaparken sanki dili birbirine dolandı. "—askerin motivasyonunu etkiliyor. Komşu krallıklar bunu bir fırsat görüp zayıflığımızdan istifade edebilir. Hızlı silah üretimi ve zırh takviyesi yapmalıyız."
Kraliçe Celenia, Esa'ya kısacık bir an baktı. Onu her gördüğünde, Ehter'in sürgün edilmesi sırasındaki bilinmezlikleri ve gizli kapaklı işleri hatırlıyordu. Üstelik, Kral'ı izlemek için emri verenlerden biriydi. Oysa şimdi Kral tam istediği durumda, delilikle boğuşuyordu. Gözlerinde keskin bir öfke göründü. "Ordunun hazırlığı sürmeli, bunu biliyorum," dedi kısaca, sert bir tonda.
Zandar hafifçe gülümserken fısıldadı: "Sürgün meselesinde de ordu hazırlığı vardı, değil mi Esa?" Ardında rahatsız edici bir sırıtış vardı. Bu iğneleme Esa'nın içini kemirdi ama sarayda Kraliçe'nin yanında Zandar'a cevap vermesi kolay değildi.
Esa'nın kaşları çatılır gibi oldu. "Ordu hazırlığını Ehter'in sürgünüyle karıştırmayın, prens. Mesele bambaşka," dedi, resmî bir tonda, sesini çok yükseltmeden.
Celenia, duymazdan geldi. Masa çevresinde duran diğer danışmanlardan Santa Worwen ise söze girip halkın ruh hali ve şehirde dolaşan söylentilerle ilgili rapor verdi. "Halk, Kral'ın hâlini merak ediyor, kraliçem," dedi yumuşak ama net bir sesle. "Ehter'in sürgün edilmesi hâlâ tam anlaşılamamışken, şimdi de Kral'ın görüşmelere katılamayacak kadar hasta olduğu söz konusu. Bazıları, sarayda neler döndüğünü merak ediyor. Sokaklar dedikodularla çalkalanıyor."
Kraliçe, ellerini tahtın kolçaklarında birleştirerek sırtını dikleştirdi. "Gerekirse bir açıklama yapılır. Kral, özel hekimlerin gözetiminde. Ehter'in durumu ise artık kapandı, sürgün kararı sürüyor." Yüzüne sinsi bir gölge düştü. "Minho'nun, pardon, Kral'ın deliliği, hekimlerin elinde, ama saray hâlâ güçtedir. Bu böyle bilinmeli."
Zandar, "Tabii ki," diyerek hafifçe bir alayla gülümsedi. "Sadece Ehter değil, halk da sarayın gücünü görsün."
Esa'nın duruşu iyice katılaştı. Dudakları sıkılıydı, ama Celenia'ya bakıp sessiz kalmayı tercih etti. Burada öne çıkan şey, Kraliçe'nin Kral'ın deliliğini idare ediyor olmasıydı. Oysa kendisi, Kral'ın bu hâle nasıl geldiğini tahmin etmeye başlıyordu: Bir gün Kral'ın özel çalışma odasında mum fitillerindeki tuhaf balmumlarına rastlamış, fakat sorgulamaya çekilmeksizin çekip gitmişti. Kralın hızla bu kadar kötüleşmesi, normal bir hastalığa benzemiyordu. Bunu dile getirmeye ise cesareti yoktu.
Salonun ağır sessizliği içinde, meşalelerin alevleri duvarlarda titreşiyordu. Kraliçe, bir an gözlerini kapatıp konuştu: "Bundan sonra ben yönetimdeyim. Kral hasta. Konsey kararı bu yönde. Halkın endişelerini yatıştırmak için Santa Worwen gereken açıklamayı hazırlasın. Marken Tovry, gıda meselesine odaklanıp fiyatları mümkün olduğunca dengeye çekmeye çalışın. Esa, askerin moralini koru, gerekirse teşvikler düzenle. Zandar…" Bakışları oğluna sabitlendi, dudak kenarları alayla kıvrıldı. "Sen de bu konseyde kavga çıkarmayı bırak, işe yarar bir şey yap."
Zandar, bu sözlere hafifçe başını eğip gülümsedi. "Emredersiniz, anne."
Konseyde kısa bir sessizlik oluştu. Danışmanlar, Kraliçe'nin öfkesini iyi biliyorlardı. Hâlâ kimse Kral'ın nasıl bu kadar hızlı çöktüğünü açıklayamıyor, hekimlerin 'tuhaf' diye nitelendirdiği bu delirme nöbetlerinin kaynağını bulamıyorlardı. Celenia ise içindeki gizli sevinci ustalıkla saklıyor, yüzünde yalnızca soğuk bir kararlılık gösteriyordu. Sonunda bir iki mırıldanma ve saygı ifadeleriyle konsey üyeleri raporlarını toparladılar, masadan kalktılar.
Marken Tovry ile Santa Worwen önce selam verip kapıya doğru yöneldi; Esa ise Kraliçe'ye doğru hafif bir selam vererek, "Majesteleri, ek raporları daha sonra sunacağım," diye fısıldadı. Kraliçe sadece başını salladı, yüzünde belli belirsiz bir sıkıntı ifadesi vardı. Esa, gözlerini bir an Zandar'a çevirdi; prensin dudaklarında onu sinir etmekten zevk alan bir gülümseme vardı. Sonra sessizce çıktı.
En sonda Zandar yerinden kalktı, yavaş adımlarla annesinin tahtına yaklaştı. "Babamla ilgili daha ne gibi bir planın var anne?" diye alçak sesle sordu, sanki merak edermiş gibi.
Celenia, kolçakta duran elini sıkıp yavaşça oğluna baktı. "Plan mı?" diye tekrar etti. "Sadece iyileşmesini bekliyorum, oğlum…" Yüzündeki ifade her şey söylüyordu: Gerçekte Kral'ın durumu onu asla üzmüyordu, tam tersine istediği ne varsa elde etmiş bir kadının gururlu bakışı vardı.
Zandar omuz silkti ve odadan çıkıp gitti. Böylece konsey dağıldı. Muhafızlar kapıları ardına kadar açtı, dışarıdan koridorun serin havası içeri süzüldü.
Geride kalan Kraliçe Celenia, tahtın ağır arkalığına yaslanarak derin bir iç çekti. Tam istediği sonuca ulaşmıştı: Kral Minho'nun hastalığı geri döndürülmez boyutlara ulaşmış, taht onun ellerine kalmıştı. Ve Ehter de sürgündeydi. İçindeki karanlık sevinci kimseyle paylaşamazdı, ama sarayın geniş koridorlarında yankılanan adımlarında bile şimdi zaferin çınladığını hissediyordu. Bu, Kraliçe'nin zaferiydi. Sürgüne gönderdiği Ehter mi, deliliğe sürüklediği Kral Minho mu, yoksa kendi hırsı mı daha güçlüydü, artık kimsenin umurunda değildi. Sarayda yeni bir devir başlıyordu.
Kraliçe Celenia, sarayın geniş pencerelerinden süzülen solgun ışığa bakarken zihninde geçmiş haftaların karanlık olayları birer birer beliriyordu. Minho'nun deliliğe sürüklenmesini sağlayan o küçük kutuyu, oğlunun bakıcısının yardımıyla saraya nasıl soktuğunu, Saric'in donunda fark edilmeden taşıdığı saydam tozu; bunların hepsini gözünün önünde yeniden canlandırıyordu. O gece, kapı önünde bekleyen muhafızları Zandar'ın oyalaması sayesinde Kral'ın özel çalışma odasına gizlice girebilmiş, mumların fitillerine ve balmumlarına, meşaleliğe o tozu serpmişti. Şimdilerde Minho'nun zihnini yiyip bitiren kâbuslar, aslında o tozun dumanının ürünüydü.
Çocukların neşesi, saray koridorlarında yankılanan kahkahalar ile kısmen tüm bu karanlık işleri maskeleyen bir ambiyans yaratıyordu. Saric ve Meric, annelerinin yanına girerken hâlâ çocukça heyecanlarını koruyor, arada birbirleriyle itişip kakışarak ufak oyunlar sergiliyorlardı. Ama Celenia'nın aklında, oğullarının masumiyetinin ötesinde, bambaşka duygular kaynıyordu. Bir yandan Kral'ın kâbuslarla kıvranışına içten içe sevinirken, bir yandan da halka karşı takındığı rol gereği endişeli görünmek zorundaydı. İşte tam da bu ikilemde debelenirken, geçmiş birkaç haftayı ve yaptığı hamleleri, odasındaki sessizliğin içinde tekrar tekrar hatırlıyordu.
O akşam, babası kadar sevmediği kocası Minho'nun suratı gözlerinin önünde canlanmıştı. Saray muhafızlarından ikisi, onu sürekli gözlem altında tutuyor, her adımını raporluyordu. Ama Zandar'ın anlık bir planıyla, o akşam muhafızlar kapı önünden uzaklaştırılmış; "Aranızda sorun mu çıktı?" diye birbirlerine laf atan askerler itişip kakışmaya başlamıştı. Celenia, tam da o karmaşa esnasında Kral'ın çalışma odasına kimselere görünmeden süzülmeyi başarmıştı. İçeri girdiğinde, ağır ahşap masanın üzerindeki mumlar ve duvar kenarındaki meşalelikler öylece duruyordu. Görünüşte sıradan aydınlatmalar olan bu mumlar, onun uzun süredir planladığı eylemin anahtarıydı.
Saydam tozun kutusunu eline aldığında kalbi hızla çarpıyordu; bu, Minho'yu adım adım bir deliliğe itmek için tasarladığı son adımdı. Saric'in donunda taşınmıştı çünkü saray girişindeki sıkı denetimleri sadece küçük bir çocuk ve onun masum dünyası atlatabilirdi. Celenia, mum fitillerini hafifçe kaldırıp balmumu ve ipliklere tozu bulaştırmış, bir kısmını meşalenin çanağına serpmiş, sonra da kayıtsız bir ifadeyle odadan çıkmıştı. Sadece birkaç dakika içinde, Kral'ın kendisine ait ne varsa yerle bir edecek bir zehri emanet edip çekip gitmişti.
Kapıdan çıkar çıkmaz, muhafızların birbirlerine yumruk salladığını görmüş, sanki bütün bu kargaşaya uzaktan denk gelmiş gibi olay yerine müdahale etmişti. "Ne yapıyorsunuz siz! Kral'ın sarayını kavgayla mı lekeleyeceksiniz?" diye bağırarak aralarını ayırıyor, soylu bir kraliçe gibi "Olan bitenden Kral'a söz etmeyin," dercesine onları yatıştırıyordu. Kimse ondan şüphelenmedi; zaten kapıyı koruyan muhafızlar, Zandar'ın hileli planıyla meşguldü. Böylece Kral'ın odasına girdiğini gören, anımsayan olmadı.
O akşam Kral Minho her zamanki gibi çalışma odasına çekilmiş, mumları yakmıştı. Celenia'nın hafif bir gülümsemeyle hatırladığı o an, kâbusların ilk nöbetini başlatan andı. Minho, ilerleyen saatlerde boş koridorlarda gezinip tuhaf sayıklamalar yapmaya başlamış, hatta bir nöbet sırasında sevdiği ama evlenemeden önce kaybettiği Sinnya'nın adını mırıldanmıştı. "Sinnya…" diye yankılanan sesi, koridorun çınlayan taşlarına değdikçe Celenia'nın içindeki intikam hissini pekiştiriyordu. O kadın yüzünden belki de Kral, Ehter'i dünyanın başına bela edebilecek bir varis saymış, Celenia'yı hep gölgede bırakmıştı. Olan biten her şeye rağmen, Minho'nun yüreğinde Sinnya'nın bir iz bırakması, Kraliçe'yi çileden çıkaran bir şeydi. Şimdi ise bu sayıklamalara maruz kalmasının nedeni, doğrudan Celenia'nın hesaplı eylemiydi.
Günler geçtikçe Minho'nun nöbetleri artıyordu. Bazen gece yarısı koridorlarda haykırıyor, bazen çalışma masasının üzerindeki kâğıtları yakarak "Sinnya, neredesin?" diye böğürüyordu. Muhafızlar onun bu hallerine şahit olduklarında dehşete kapılıyor, hekimleri çağırmaya koşuyor, ama kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Saray hekimleri bile bu kadar çabuk ilerleyen bir deliliğin sebebini anlamakta zorlanıyordu.
Bir keresinde Minho, büyük salonda toplantı yapmak istemiş, konseyin ortasında bir anda ayağa fırlayarak lafları yarım bırakmıştı. Gözleri çılgınca parlıyor, yanındaki kılıcı sallayarak "Ehter nerede!" diye böğürüyor, sonrasında "Sinnya!" diye feryat ediyordu. Etrafındakiler korku içinde onu sakinleştirmeye çalışmıştı. Zandar bile şaşkınca bakarken, Celenia sözde endişeyle "Majesteleri, lütfen," deyip ilerlemişti. Ama aslında içten içe "Olacağı buydu," diyerek bir gurur duyuyordu. Çünkü Kral ona göre asla Ehter'i unutamamıştı, onun varlığını sürgüne gönderse bile daima aklında taşıyordu ve bir de Sinnya'nın hayaletini. İşte o hayalet, şimdi Minho'nun zihninde bir kabusa dönüşüyordu.
Sonraki nöbetlerden birinde Minho, sarayın büyük koridorunda muhafızlardan birini hançerleyecek gibi harekete geçmiş, o an haykırarak küfürler etmişti. Suratı kaskatı, gözleri sarımtırak bir ışıkta delirircesine parlıyordu. Ardından sanki bir sis bulutu görmüş gibi duvara çarpıp sendelemiş, "Sinnya! Bırak beni!" diye inleyerek yere düşmüştü. Celenia da orada onu izleyerek, "Koşun, hekimleri çağırın," derken yalnızca yüzeysel bir endişe taklidi yapmıştı. İçinde muazzam bir haz hissediyordu; Kral ne kadar hırpalanırsa, o kadar yetkin konuma geçiyordu. Muhafızlar Kral'ı kollarından tutup kaldırmış, hemen odasına ya da hekimlerin gözetimine taşımıştı. O esnada "Sinnya…" diye tekrar tekrar inleyen Minho, iyiden iyiye kendini kaybetmişti.
Şimdi, üç hafta kadar sonra Minho tamamen hekimlere teslim edilmiş haldeyken, Celenia sarayın yönetimini eline almıştı. Resmî olarak "Kral'ın hastalığı nedeniyle konsey kararlarını Kraliçe uyguluyor" şeklinde bir duyuru vardı. Zandar, annesinin bu yükselişini alaycı bir keyifle izliyor, Ehter'e duyduğu kıskançlığı düşünerek babasının bu çöküşüne aldırış etmiyordu. Celenia'nın bakışlarında ise gizli bir mutluluk parıltısı hâkimdi. Ne de olsa nefret ettiği Sinnya'nın adını sayıkladıkça Minho azap çekiyor, kâbuslarında boğuluyor, Celenia ise sinsi bir gülümsemeyle krallığın yönetiminde güç kazanıyordu.
Odanın devasa penceresinden dışarıyı seyrederken kendi iç monoloğuna gömülmüştü. Tam da bu sırada, kapıdan iki küçük çocuğun neşeli sesleri geldi. Saric ve Meric, bacak boyları kısacık, üstlerindeki sade ama temiz kıyafetlerle koşturup annelerinin yanına geliyorlardı. Celenia başını onlara çevirdi, yüzünde o an için yumuşak bir ifade belirdi. Çocukları gördüğünde, içindeki karanlık duyguları geri plana atmayı adet edinmişti. Çünkü bu çocuklar, onun tahta giden yoldaki geleceğiydi aynı zamanda.
"Anne!" diye bağırarak geldiler, ikisi de annelerinin eteğine sarıldı. Saric, annesinin bakışlarında bir gölge yakalamaya çalışıyormuş gibi gözlerini kısıp ona baktı. Meric ise ağabeyinden daha meraklıydı, "Oyun oynayalım mı anne, söz vermiştin," diyerek sabırsızca bekliyordu.
Celenia derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve içindeki keskin öfkeyi, Minho'yu yıkan hazzı bir kenara koydu. İki oğlu, onun asıl mirasıydı. Bu çocukların, Ehter gibi dışlanmış bir gölgenin üstünde duracak şekilde yetişmesi gerekiyordu. Onları sımsıkı kucakladı, içinden "Evlatlarım... Gelecekte babanızın koltuğu size miras kalacak ve ben sizi asla gölgede bırakmayacağım," diye düşünüyordu.
"Bakın, size söz vermiştim," dedi yumuşak ama yine de otoriter bir sesle. "Biraz daha işim vardı, şimdi geldiniz, iyi yaptınız." Küçük parmaklarıyla Saric'in saçlarını düzeltti, Meric'in yanağına dokunup gülümsedi. İçindeki hırs, şu an sadece annelik şefkatinin arkasında saklıydı.
Saric merakla, "Baba hasta, değil mi anne? Muhafızlar konuşuyordu," diye sordu birden. Bu soru, Celenia'nın içini anlık olarak titretti. Minho'nun deliliği, çocuklar arasında da bir söylentiye dönüşmüştü. Kraliçe, belli belirsiz bir tereddüt yaşadı, sonra tatlı bir tebessüm takındı. "Evet, babanız biraz hasta," dedi, yine de sakin kalmaya dikkat ederek. "Ama merak etmeyin, hekimler ona bakıyor."
Meric, "İyileşecek mi?" diye fısıldadı. Bu soru Celenia'nın içine bir kor gibi düştü. Kendisi, Minho'nun iyileşemeyecek hâlde olmasını sağlamak için her şeyi yapmıştı. Ve bu sayede güç onun elindeydi. Ama çocuklarına bunu nasıl söyleyebilirdi ki? "Tabii," dedi yüzeysel bir tonda, "Zaman alacak ama hekimler elinden geleni yapacak."
O an, kapının önünde bekleyen bir hizmetkâr, "Kraliçem, konsey üyelerinden birkaç kişi sizinle görüşmek ister," diye seslendi. Celenia, başını hafifçe çevirerek "Şimdilik beklesinler," dedi. Çocuklarına söz vermişti; birkaç dakikayı en azından onlarla geçirmeliydi. Üstüne, aklında hâlâ Minho'nun akli çöküşünü tetiklediği anların anısı tazeydi. Bu kadar çabuk iş toplantısına dönemeyecekti.
Saric ve Meric ile kısa da olsa zaman geçirmek, Celenia'ya bir nebze olsun normal bir hayat hissi veriyordu. Onları çimenlerde yuvarlayıp tozla kapladığı günleri, her şeyi belli etmeden Ehter'i zapt edebilecek planlar yaptığı dönemi anımsadı. O an, "Zaman ne de hızlı geçiyor," diye düşündü. Kral'ı delirtmeyi başarmış, Ehter'i sürgünde tutmuş, Zandar'ı kendi yanına çekmeyi planlamış, saray konseyini kendi nüfuzu altına almıştı. Ne var ki, bu karanlık başarıyı çocuklarına nasıl açıklayacaktı? Gerçi, bunları açıklamayı da düşünmüyordu, gizli bir zaferdi bu.
"Sizi odanıza götüreyim," dedi sonunda, ayağa kalkarak. "Biraz dinlenin. Sonra belki oyun oynarız, söz veriyorum." Saric biraz mırın kırın etse de annesinin elini tutarak onunla birlikte yürümeye başladı. Meric de abisinin peşine takıldı, annelerinin kumaş elbisesinin eteğine tutunuyordu. Celenia onları koridorda yavaşça ilerleyerek götürdü. Duvarlarda meşalelerin alevleri, sanki Kral Minho'nun deliliğini anımsatır gibi titreşiyordu. Oysa Celenia, o alevlerin altına ne tozlar serpmişti...
Koridorun sonuna vardıklarında, bir kapıdan geçerek çocuklarını küçük bir odaya soktu. Bu, onların oyun ve dinlenme alanıydı. "Bir süre başınızın çaresine bakın," dedi, öperek, "Ben de işlerimi bitireyim." Sonra kapıyı kapadı, arkasında Saric'in "Anne, babam ne zaman düzelir?" diye yinelediğini duydu. Ama cevap vermedi, yürüdü gitti.
Zihninde hâlâ Minho'nun koridorlarda bağırdığı, "Sinnya!" diye haykırarak duvarlara çarptığı, en sonunda muhafızların kollarında baygın hâle geldiği an vardı. İçinden, "Hayır, düzelmez," diye fısıldadı, yüzünde korkunç bir sevinçle. Sonra ifadesini toparladı; sarayda bir gölge gibi dolaşan hizmetkârların yanında zaferini göstermesi gereksizdi.
Yine de yüreğinde, Ehter sürgünde de olsa bir şeyler karıştırıyor muydu diye huzursuz bir merak taşıyordu. O konuyu da günü geldiğinde çözecekti. Şimdilik en önemli mesele, Kral'ın artık yönetemeyecek kadar kötü duruma gelmiş olması sayesinde tahtın onun ellerinde toplanmasıydı. Konseyin gözü de, halkın gözü de, "Ne oluyor bu sarayda?" diye sorsa da, Celenia bu karanlık dehlizin içinde hükmünü sürdürmekte kararlıydı.
Ayak seslerini hafif tuttu, koridorda ilerleyip derin düşüncelerle bir odaya yöneldi. Bu, sarayın sessiz köşelerinden biriydi. Avlusuna bakarken, yüreğinden geçenleri sadece kendisi biliyordu: Minho, artık senin devrin kapandı. Sinnya'nın adıyla inlerken, kendini tüketirken, ben de tahtın güçlü tek sahibi olacağım. Zamanında bana zerre kadar değer vermediğin, Ehter'i kayırdığın, Sinnya'yı unutamadığın o geçmişin intikamını aldım.
Dışarıda hafif esen bir rüzgâr, sarayın taş duvarlarında bir uğultu yaratıyordu. Celenia pencerenin kenarına oturdu, avuç içlerini soğuk taşa dayadı ve gözlerini kapattı. Çocuklarının masum suretleriyle, Kral Minho'nun gözlerinin karanlıkları arasında gidip gelen bir kadının ruh hâliydi bu. Aşk, nefret, intikam ve zafer duyguları iç içe geçmişti.
Üç hafta önce topu topu yarım saatlik bir girişle tozu mumlara serptiği akşamı hatırladı. Büyük bir olasılıkla, Kral'ın her çalışma seansında ölümcül dumanı soluduğunu düşünmek, ona sapkın bir tatmin hissi veriyordu. O delirdikçe, Kraliçe gücünü katladı, Zandar'ı annesi olarak yanında tutmaya devam etti, Ehter'i sürgünde bıraktı, saray konseyini dilediği gibi yönetti. "Bu kadar kolay olmamalıydı," diye kendi kendine düşündü. "Ama oldu. Minho, sen Sinnya hayaletiyle konuşurken, ben de hayatta ve tahttayım."