Chapter 75: 13
Zandar fazla bekletmeden geldi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde, annesinin yüzündeki ifadeyi görünce duraksadı.
"Beni çağırmışsın."
Celenia, hemen konuya girdi.
"Zaman kaybedemem. Muhafızları oyalaman lazım."
Zandar gözlerini kıstı. "Nereye gideceksin?"
Celenia gözlerini kaçırmadı. "Bunu bilmen gerekmiyor."
Zandar, bir an şüpheli bir ifadeyle annesine baktı.
"Bu... neyle ilgili?"
Kraliçe, çok fazla açıklama yapmadan, sadece ona bakarak birkaç saniye boyunca düşündü.
Sonra, soğukkanlı bir şekilde konuştu.
"Minho'nun çalışma odasına gitmem gerek."
Zandar'ın kaşları hafifçe kalktı.
Bu tehlikeliydi.
"Anne, sen ne yapmaya çalışıyorsun?"
Celenia, ona kararlı bir bakış attı.
"Önümü açmaya çalışıyorum, Zandar. Eğer bunu yapmazsam, hiçbirimiz istediğimizi elde edemeyiz."
Zandar, bir an sustu.
Ne yapmaya çalıştığını tam olarak bilmiyordu ama annesi gözünü karartmıştı.
Ve bunu durdurmak onun işi değildi.
Zaten... Minho'ya olan güveni de sarsılmıştı.
Zandar derin bir nefes aldı.
"Tamam." dedi sonunda. "Ama fazla zaman kazandıramam. Ne yapacaksan çabuk yap."
Celenia hafifçe gülümsedi, ama içinde bir zafer duygusu yükseliyordu.
"Bana sadece birkaç dakika yeter."
Zandar başını sallayarak hızla odadan çıktı.
Kraliçe, bir süre sonra kapısını açıp dışarı adım attı.
Muhafızlar hâlâ peşindeydi. Ama Zandar'ın planı devreye girecekti.
Yavaş ve sakince, Kral'ın özel çalışma odasına giden yolda ilerlemeye başladı.
Bir süre boyunca normal görünmek zorundaydı.
Koridor boyunca yürürken, Zandar'ın nasıl bir dikkat dağıtma yöntemi kullanacağını bilmiyordu, ama kısa süre içinde muhafızlardan birinin aniden dönüp arkasına bakmasıyla durumu anladı.
Zandar bir kargaşa çıkarmıştı.
Bir grup muhafız koşuştururken, kapının önünde bekleyen muhafızlardan biri de durumu görmek için birkaç adım geri çekilmişti.
Bu onun fırsatıydı.
Kraliçe, hızlı ama sessiz adımlarla kapıya yaklaştı.
Muhafızların dikkatinin dağıldığını görür görmez, kapıyı hafifçe araladı ve içeriye kaydı.
Kapıyı ardından yavaşça kapattı.
Oda, şimdi tamamen ona aitti.
Derin bir nefes aldı, hızla elini elbisesinin içine attı ve küçük kutuyu çıkardı.
Kutunun üzerinde, Cherten'in ona soktuğu mühürsüz toz bulunuyordu.
Kraliçe, yavaşça kapağını açtı...
Kraliçe Celenia, kutuyu açtığında içindeki saydam tozu gördü ve hafifçe gülümsedi. Toz, görünüşte zararsızdı, hiçbir belirgin kokusu ya da yapışkanlığı yoktu, ama etkisini bilen biri için ölümcül bir silahtan farksızdı.
Dışarıdan gelen sesler, planının doğru işlediğini gösteriyordu. Kargaşa büyüyordu.
Minho'nun muhafızları ve askerleri, Zandar'ın çıkardığı karışıklık yüzünden birbirleriyle tartışıyor, bağrışıyor ve itişiyorlardı.
Ama içeride, Celenia'nın elleri hiç olmadığı kadar sabit ve kontrollüydü.
Bu işin bir hataya yer bırakmaması gerekiyordu.
Tozun hafif ve saydam yapısı, havanın en küçük titreşiminde bile dağılıp yayılabilirdi. Bu yüzden hızlı ama dikkatli olmalıydı.
İlk olarak, Kral'ın masasının üzerindeki büyük bronz mumluklara yöneldi.
Bunların fitillerini hafifçe kaldırarak, saydam tozu fitillere ve balmumu kaplarına iyice bulaştırdı. Mumlar yakıldığında, tozun dumanla birlikte havaya yayılacağını ve odanın içine sinsice karışacağını biliyordu.
Daha sonra odanın kenarında sıralı diğer mumlara geçti.
Küçük, gümüş kaplı mumluklara da elinden geldiğince aynı işlemi uyguladı.
Son olarak, geriye kalan tozu büyük meşale çanağına boşalttı.
Bu meşale, Minho'nun çalışma odasını gece boyunca aydınlatan ana ışık kaynağıydı. Yanması uzun sürerdi ve yeterince duman çıkardığında, odanın her köşesine sızabilirdi.
Tüm bunları yaparken, etrafına kulak kabartıyordu.
Dışarıda kavga sesleri daha da büyümüş, bağrışmalar ve itişmeler koridor boyunca yankılanmaya başlamıştı.
Muhafızlardan biri sert bir şekilde bağırıyordu:
"Bana dokunma, sen kimsin ki bana emir veriyorsun?!"
Bir başkası, öfkeli bir tonda cevap verdi:
"Ben Kral'a sadık bir askerim! Seninle tartışacak değilim, ama bunu Zandar'ın şımarıklıkları için yapmıyoruz!"
Araya giren biri, "Bırakın şu işi! Hepiniz birbirinize girdiniz! Olanı biteni anlamadan birbirinize saldırıyorsunuz!" diyerek bağırdı.
Ama işe yaramıyordu.
Tartışma artık laf atmalardan çıkmış, neredeyse fiziki kavgalara dönüşmüştü.
Kraliçe, işini tamamladığında, geldiği gibi odadan çıkmak için fırsat kolladı.
Birkaç saniye boyunca kapıyı hafifçe aralayıp gözledi.
Kargaşa o kadar büyümüştü ki, kimse onun ne yaptığına dikkat etmiyordu.
Hemen kapıyı sessizce açtı, koridora adım attı ve etrafına baktı.
Sanki farklı bir noktadan gelmiş gibi, soğukkanlı bir tavırla yürüdü.
Biraz daha ilerlediğinde, kargaşanın tam ortasına varmış gibi davrandı.
Gözleri, savaş alanı gibi görünen koridorda itişen askerlerin üzerinde gezindi.
Minho'nun muhafızları, birbirleriyle hararetle tartışıyordu. Bazıları yumruklarını sıkmış, bağırıyor; bazıları ise ellerini kaldırıp durumu yatıştırmaya çalışıyordu.
Celenia, birkaç adım daha attı ve aniden, güçlü ve otoriter sesiyle kargaşaya müdahale etti:
"Yeter!"
Sesi, koridor boyunca yankılandı ve birçok asker irkilerek ona döndü.
Bazıları hâlâ birbirini itip kakıyor, ama büyük bir çoğunluk Celenia'yı duyunca susmuştu.
Kraliçe, hâlâ kraliyet bahçesinde gezerken sahip olduğu asaletle, dik durarak etrafına baktı.
"Sizler ne yapıyorsunuz? Kraliyet sarayında çocuk gibi birbirinize mi saldırıyorsunuz?" dedi, sesi hem sert hem de küçümser bir ifadeyle doluydu.
Muhafızlardan biri dilini yuttu ve başını eğdi.
Ama bazıları hâlâ öfkelerini dindiremiyordu.
Zandar, bir kenarda duruyordu ve annesine gizlice göz kırptı. Plan işe yaramıştı.
Kraliçe, etrafına bakıp birkaç saniye sessiz kaldı, sonra tekrar konuştu:
"Hepinizin Kraliyet muhafızları olduğunuzu hatırlayın. Eğer Kral buraya gelip bu hâlde olduğunuzu görseydi, ne derdi sanıyorsunuz?"
Birden, herkes Minho'nun gazabını hatırlamış gibi sessizleşti.
Burası bir savaş alanı değildi.
Ama bu gerçeği ancak Kraliçe'nin sesi onlara hatırlatabilmişti.
İçlerinden biri, başını öne eğerek derin bir nefes aldı.
"Özür dileriz, Majesteleri."
Celenia, onları küçümseyen bir ifadeyle süzdü.
Sonra, yavaşça başını sallayarak kendini geri çekti.
"Bunu bir daha görmeyeceğimden emin olun." dedi.
Son bir kez, Zandar'a belli belirsiz bir bakış attı ve ağır adımlarla oradan uzaklaştı.
Bunu başarmıştı.
Toz yerleştirilmişti.
Muhafızlar birbirine düşmüştü.
Ve artık… geri sayım başlamıştı.
Ehter, Hannle ve Gadle ile birlikte at arabasına binmiş, Pademia Köyü'ne doğru ağır ama kararlı bir yolculuk yapıyordu. Geniş, ahşap tekerlekler, yolun taşlı ve yer yer kumlu zemininde hafifçe sarsılıyor, atların yavaş ve ritmik yürüyüşü arabayı hafif hafif sallıyordu.
Arabanın arkasında, balık kokusu havaya karışıyor, derin ve keskin bir tuzlu su aroması etrafa yayılıyordu. İçinde düzenlice istiflenmiş, büyükçe ahşap sandıklar vardı. Sandıkların kenarlarından hafifçe akan su damlacıkları, içlerindeki buzlu tabakanın etkisini gösteriyordu.
Bu, Ehter için bir dönüm noktasıydı.
İlk tekneyi suya indirip balıkçılık yapmaya başladıktan sonra, her şey hızla gelişmişti.
Hannle ve adamları, nehirde geceli gündüzlü avlanmış, silah uçlarından yapılmış zıpkınlarla ilk büyük avlarını yakaladıklarında, kale içinde büyük bir şölen kopmuştu.
O gece, herkes bir araya gelmiş, ilk gerçek başarılarını kutlamıştı.
Ehter, gözlerini hafifçe kıstı. O gecenin gürültüsünü, kahkahalarını ve kalenin içinde yankılanan konuşmaları hatırlıyordu.
Ondan sonraki günlerde, iki yeni teknenin yapımı da tamamlanmıştı.
Bu süreçte, kalede kalan kadınlar da boş durmamış, iplerden ellerinden geldiğince sağlam ağlar örmeye çalışmışlardı.
Bazıları eski kumaş parçalarını, ince iplikleri ve sağlam sicim iplerini kullanarak, balıkları bir arada tutacak küçük kafesler bile yapmıştı.
En sonunda, artık sadece birkaç tekneyle değil, tam bir balıkçılık düzeniyle çalışıyorlardı.
Nehir kıyısına yerleştirilen halatlar, her yeni gelen tekneyi sabitlemek için düzenlenmişti. Günler geçtikçe, yakaladıkları balıkların miktarı arttı.
Şimdi, bu balıkları bir kazanca çevirmek için yoldaydılar.
Günlerdir bu anı bekliyorlardı. Pademialı Ahter'e olan kereste borçlarını ödeyeceklerdi.
Ehter, kafasını hafifçe yana çevirerek Hannle'ye baktı.
"Sonunda… borcu kapatıyoruz." dedi, hafif bir gülümsemeyle. "Bunun birkaç hafta içinde olacağını düşünmüştüm, ama balıkçılarımız beklentimin ötesine geçti."
Hannle, bir yandan atların dizginlerini kontrol ederken hafifçe gülümsedi.
"Bu işin ne kadar süreceğini ben de bilmiyordum, ama kimin ne yapacağını iyi biliyordum." dedi. "İlk tekneyle çıktığımızda, suyun üstünde avlanmanın ne kadar zor olabileceğini unutmuşuz."
Gadle, başını sallayarak iç çekti.
"Evet, ilk günler tam bir felaketti." dedi, hafifçe gülerek. "Zıpkınlarla balık avlamanın kolay olacağını düşündüm ama suyun içinde o kadar hızlı hareket ediyorlar ki…"
Hannle, hafifçe kıkırdadı. "Eğer ilk gün elimiz boş dönseydik, o gece kalede hiç kimse gülmeyecek, sadece aç kalacaktık."
Ehter, birkaç saniye düşündü.
"Beni en çok şaşırtan şeylerden biri, kadınların hazırladığı ağlar oldu." dedi. "Onlar olmasaydı, yakaladığımız balıkları teknede düzgün bir şekilde tutamazdık."
Gadle, başını salladı.
"Evet, ağlar büyük fark yarattı. Balıkların kaçmasını önlemek için tam zamanında yetiştiler."
Hannle gözlerini kısarak ufka baktı. Yolun ilerisine bakarak hafifçe konuştu.
"Şimdi mesele şu, Ahter bu balıklara nasıl bakacak?"
Ehter, bu soruyu duyduğunda bir an düşündü.
Pademialı Ahter, ticaret konusunda sert bir adamdı.
Para kazanmaya bakıyordu. Eğer balıklar onun için bir değer taşımazsa, başka bir anlaşma istemesi olasıydı.
"Bu balıkları sadece borç ödemek için kullanmayacağız." dedi Ehter.
Hannle ve Gadle ona döndü.
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Hannle.
Ehter hafifçe gülümsedi. "Bu sadece bir başlangıç. Eğer Ahter bu balıkları değerli bulursa, uzun vadeli bir ticaret başlatabiliriz."
Gadle, kaşlarını kaldırarak başını salladı.
"Bunu nasıl yapacağız?"
Ehter, ellerini birbirine kenetledi.
"Onu ikna etmemiz lazım. Eğer düzenli balık sevkiyatı yapabileceğimizi görürse, kereste ya da diğer mallar için bizimle doğrudan ticaret yapmaya devam eder."
Hannle, hafifçe düşündü. "Haklı olabilirsin… ama balıkların pazarı olup olmadığını bilmiyoruz."
Ehter, hafifçe gözlerini kıstı.
"Bunu öğrenmemiz için Pademia'ya varmamız gerekiyor."
Güneş, artık tam tepede parlıyordu. Yolun kenarında esen sıcak rüzgâr, arabanın etrafında toz kaldırıyordu.
Atların burunlarından çıkan nefesler hafifçe buharlaşıyor, ilerledikçe yolları açılıyordu.
Sonunda, uzakta Pademia Köyü'nün büyük kapıları görünmeye başlamıştı.
Ahşap kapıların ardında, kum taşlarından yapılmış sarı binalar yükseliyordu.
Şimdi, gerçek pazarlık zamanıydı.
At arabaları yavaşça Pademia'nın büyük kapılarından geçtiğinde, sıcaktan kavrulmuş taş yolların tozlu havası onları karşıladı. Pazar meydanında, tezgâhların arasından yükselen baharat kokuları ve sıcak ekmeklerin mis gibi kokusu havaya yayılıyordu. Köylüler ve tüccarlar, gelen arabaları meraklı bakışlarla izlerken, Hannle ve Gadle sessizce çevreyi gözlüyor, herhangi bir olası tehlikeye karşı tedbirli duruyorlardı.
Ahter'in hanı, Pademia'nın ticaret merkezi gibiydi. Ahşap panjurlu pencereleri, kum rengi taş duvarları ve üzerindeki büyük, üçgen biçimli tabelasıyla hemen fark ediliyordu. Hanın girişinde birkaç adam küçük varillerin üzerinde oturmuş, sohbet ediyorlardı.
Ehter, arabayı hanın kapısına yakın bir noktada durdurdu.
Tam içeriye yönelirken, Ahter'in kendisi kapının eşiğinde belirdi.
Uzun, esmer tenli ve her zamanki gibi hafif dağınık ama özgüvenli duruşuyla, onları görünce gülümsemesini gizlemedi.
"Prens Ehter." dedi, hafifçe başını yana eğerek. "Anlaşmanı yerine getirmek için geldiğini umuyorum."
Ehter, hafifçe başını sallayarak karşılık verdi.
"Öyle görünüyor."
Ahter, ellerini beline koyup hafifçe yaklaştı, arabaya göz gezdirirken gözleri merakla açıldı.
"Ve sen…" dedi, arabanın arkasındaki sandıklara bakarak.
Hannle ve Gadle, arabadan inerek sandıkların üzerindeki ipleri çözdüler.
Ahter bir adım yaklaşıp ilk sandığın kapağını açtı.
"Sadece iki buçuk hafta içinde… bu kadar balık…" dedi hafif bir şaşkınlıkla.
Ehter, daha fazla cümle kurmasına izin vermeden araya girdi.
"Kendimize yetecek kadar gıda." dedi, net ve kendinden emin bir sesle.
Ahter, başını hafifçe geriye atarak ona gözlerini kıstı. Bir an, sözünü tutan bu genç prensin ciddiyetini ve dirayetini ölçer gibi baktı.
Ama gözlerinde, gizlemeye çalıştığı bir hayranlık kıvılcımı vardı.
Sonra, başını hafifçe salladı ve gülümsedi.
"Bu güzel." dedi, balıkları gözden geçirerek. "Bu tarz su ürünleri burada iyi fiyata satılabilir."
Etrafındaki adamlarından biri, balıkları sandıklardan birine dikkatlice dokunarak kontrol etti.
Ahter, kısa bir süre düşündü, sonra hafifçe başını salladı.
"Borç kapatıldı." dedi, rahat bir ifadeyle.
Ehter, derin bir nefes aldı. İçinde, o borcun yüküyle geçen haftaların baskısı bir anda omuzlarından kalkmış gibi hissetti.
Ahter, bir iş adamıydı. Paraya ve ticarete değer verirdi, ama karşısındaki kişinin sözünü tutup tutmadığı da onun için önemliydi.
Ve şimdi, Ehter'in güvenilir biri olduğunu görmüştü.
Ehter, kısa bir sessizliğin ardından, masaya oturdu ve doğrudan konuya girdi.
"Bu sadece bir borç ödeme meselesi değildi." dedi, gözlerini Ahter'e dikerek. "Sanor Kalesi ile kalıcı bir ticaret yapmak istiyorum."
Ahter, hafifçe gülümsedi.
"Öyle mi?" dedi, merakla ellerini masaya koyarak hafifçe öne eğildi.
Bir anlık sessizlik oldu.
Ehter, devam etti.
"Teknelerimiz var." dedi, yavaşça ama güvenle. "Ve Hannol Nehri."
Ahter'in gözleri hafifçe kısıldı. Şimdi, bu fikrin mantıklı olup olmadığını düşünüyordu.
Sonunda, hafifçe başını sallayarak konuştu.
"Pekâlâ." dedi. "Sanor Kalesi ile ticaret yapacağım."
Ehter'in içinden, bir dağ kadar büyük bir yük kalkmış gibiydi.
Bu, sadece bir anlaşma değil, aynı zamanda kalenin geleceği için büyük bir adımdı.
Ahter, hafifçe sandalyesine yaslandı ve ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
"Ama şartlarım var." dedi.
Ehter başını hafifçe eğdi. "Dinliyorum."
Ahter, sakin ama kararlı bir sesle konuştu.
"Takas yöntemiyle çalışacağız." dedi. "İstediklerime karşılık, şimdilik su ürünleri."
Bu, Ehter'in en başından beri düşündüğü bir şeydi.
Tekneleri vardı. Ve nehir, ona bu ticareti sürdürmek için sonsuz bir kaynak sunuyordu.
Ehter, hiç tereddüt etmeden başını salladı.
"Bu teklife dünden razıyım." dedi.
Ahter, hafifçe gülümsedi.
Bir parşömen çıkardı, üzerine anlaşmayı yazdı ve mührünü bastı.
Ehter de, Sanor Kalesi adına anlaşmayı imzaladı.
Bu, Sanor'un tüccarlar dünyasına attığı ilk adımdı.
Ahter, masaya yaslanarak Ehter'e baktı.
"Başlangıç için bizden ne istiyorsun?"
Ehter hiç düşünmeden cevap verdi.
"Taş." dedi. "Kalenin bazı noktalarını onarmak ve birkaç proje için."
Ahter için ne olduğu çok da önemli değildi.
O sadece, ticaretin kazançlı olup olmadığına bakardı.
"Tamam." dedi kısa bir düşüncenin ardından. "Elimizde şimdilik beş araba kadar kesilmiş ve kesilmeye hazır bloklar var."
Ehter, bu miktarın fazlasıyla yeterli olduğunu düşündü.
Ama sonra, Ahter bir şey ekledi.
"Bunun için üç araba su ürünü isterim."
Ehter, bir an duraksadı.
Elinde üç araba dolusu balık yoktu.
Ama bir şey düşündü.
Kerestelerden, yük taşımak için uygun bir şey inşa edebilirlerdi.
Sorun atları bulmaktı.
Ehter, Ahter'e döndü. "Atlarımız yetersiz." dedi. "Ama taşıma işini kendimiz halledebiliriz."
Ahter, hafifçe başını yana eğdi.
"Nasıl?"
Ehter hafifçe gülümsedi. "Bize biraz zaman ver. Bu işi çözeceğiz."
Ahter, hafifçe güldü. "Sanırım senin nasıl bir prens olduğunu yavaş yavaş anlıyorum."
Masada oturmaya devam ederken, artık sadece borçlarını kapatan biri değil, bir tüccar olarak da müzakere ediyorlardı.
Bu, Sanor Kalesi'nin geleceğini değiştirecek bir anlaşmaydı.
Ahter, prens Ehter'le muhabbet ettikçe ona ısındığını hissediyordu. Normalde altın, kazanç ve ticaret onun ilgi alanıydı. Ama karşısındaki adamın samimiyeti, sıcak tavrı ve verdiği sözleri tutmadaki kararlılığı Ahter'i ister istemez etkiliyordu.
Ehter, bir prens olmasına rağmen kibirli değildi. Her şeyin ticaretle ölçüldüğü bir dünyada, Ahter bu tip insanlara pek rastlamazdı.
Muhabbet devam ederken, Ehter yerinden kalktı. Masaya avuç içini koyarak hafifçe eğildi ve saygılı bir baş hareketiyle konuştu.
"Teşekkürler, Efendi Ahter." dedi. "Bu anlaşmanın her iki taraf için de kazançlı olacağına inanıyorum."
Ahter, tam bir şey söyleyecekti ki, kaşlarını kaldırarak bir anda Ehter'in sözünü kesti.
"Bak, sana kimseye yapmayacağım bir güzellik yapayım." dedi, sesinde hafif bir alaycılık vardı ama samimiyeti hissediliyordu.
Ehter, gözlerini kırpıştırarak ona döndü.
Ahter, hafifçe sandalyesine yaslanarak konuşmaya devam etti.
"Sana birkaç at vereceğim." dedi. "Bunların borcu sonraya kalsın."
Ehter'in gözleri hafifçe büyüdü.
Bu, beklemediği bir şeydi.
Atlar, Sanor Kalesi'nin taş ve diğer yükleri taşımasında büyük bir fark yaratacaktı.
Ama Ahter gibi biri, normalde bedava iyilik yapmazdı.
Ahter, Ehter'in şaşkınlığını görünce hafifçe güldü. "Arabalarınızı kendiniz yapar, atları da onlara koşarsınız." dedi.
"Takas sistemine devam edeceğiz, ama bazen tüccar da tüccara iyilik yapar, değil mi?"
Ehter hafifçe güldü ve başını eğerek içten bir teşekkür etti.
"Efendi Ahter, beni duygulandırıyorsun." dedi, gözlerinde hafif bir mizahi pırıltıyla. "Ama biliyorsun, böyle devam ederse Pademia seni bir hayırsever sanacak."
Ahter kahkahayı patlattı.
"Umarım öyle sanmazlar! Yoksa müşterilerim daha da pazarlık yapmaya başlar."
İkili kısa bir an daha gülüştü, sonra Ahter elini sallayarak adamlara işaret verdi.
"Atları getirin."
Ehter'in kafasında hızla planlar oluşmaya başladı.
Bu atlarla, taşları daha hızlı taşıyabileceklerdi.
Birkaç dakika içinde, Ahter'in adamları, güçlü yapılı dört atı getirerek meydanda Ehter'in arabasına bağladılar.
Hannle ve Gadle, atları bağlarken birbirlerine bakıp gülümsediler.
"Bu, işimizi gerçekten kolaylaştıracak." dedi Hannle.
Gadle başını salladı. "Bu kaleye dönüş yolculuğumuzun da daha rahat olacağı anlamına geliyor."
Bu sırada, Ahter'in adamları, arabadaki kasaları boşaltmışlardı bile.
Sanor Kalesi'nden gelen balık sandıkları, Pademia'nın tüccarları arasında hızla dağıtılmak üzere ayrılmıştı.
Ehter, Hannle ve Gadle, atları dikkatlice kontrol edip sağlamca bağladıktan sonra, Ahter'e döndüler.
Ehter, atlara son bir göz attıktan sonra, Ahter'e doğru eğilerek bir kez daha saygılı bir şekilde başını eğdi.
"Bu iyiliğini unutmayacağım, Efendi Ahter."
Ahter, hafifçe başını sallayarak cevap verdi.
"Unutma, prens. Ticaret güven üzerine kurulur. Sanor Kalesi'nin sözünü tutacağını biliyorum."
Ehter hafifçe gülümsedi. "Her zaman."
Ardından, atları yönlendirerek arabayı hareket ettirdi.
Sanor Kalesi'ne dönüş yolculuğu başlamıştı.
Ama bu sadece bir başlangıçtı.
Ehter artık Sanor Kalesi'ni sadece bir sürgün yeri olmaktan çıkarıp, ticari bir merkez hâline getirmek için önemli bir adım atmıştı.