Kael:Swords and Flowers (TR)

Chapter 3: Bilinmeze Atılan İlk Adımlar



"Geçmişin Yankıları"

Kael, ıssız ormanda yoluna devam ederken zihni geçmiş anılarla dolmaya başlamıştı. Adımlarını dikkatle atarken, o zamanlar sıradan bir muhafız olduğu günler zihninde yeniden canlandı.

Sarayın avlusunda soğuk rüzgarlar eserken Kael, kılıcını sessizce bilemeye devam ediyordu. Görevi, prensesin güvenliğini sağlamak olan genç bir muhafız olmaktan ibaretti. Onun için hayat sadece emirler ve kılıç darbelerinden ibaretti. Ancak o gün, prenses aniden karşısına çıkmıştı.

"Bu kadar ciddi görünmek zorunda mısın?" demişti prenses, hafifçe gülümseyerek. Sesi, o zaman bile Kael'in kalbinde tuhaf bir yankı bırakmıştı.

Kael başını kaldırdığında, karşısında zarif ama bir o kadar yaramaz bir gülümsemeyle duran prensesi gördü.

"Görevim ciddi olmak, majesteleri," diye yanıtladı Kael, gözlerini kaçırarak.

Prenses hafifçe gülmüş ve elindeki mendili ona uzatmıştı. "Bu yaralarınla ilgilenmen gerekiyor. Kendine bakmazsan başkalarını nasıl koruyacaksın?"

Kael o an ne diyeceğini bilememişti. Bir prensesin sıradan bir muhafıza karşı böylesine bir şefkat göstermesi alışılmadık bir şeydi. Ama o mendili alırken prensesin sözleri bir emirden çok bir iyilik gibiydi. O günden sonra, prensesin varlığı Kael'in kalbinde bir amaca dönüşmüştü: Onu korumak ve bir gün borcunu ödemek.

Yolculuk boyunca Kael bu anıyı hatırladıkça içindeki hırs daha da büyüyordu. Prenses sadece bir hükümdar adayı değildi; o, Kael'in hayatını değiştiren kişi, ona değer veren ilk insandı.

Kael, ormanın derinliklerinde bir ağacın köklerine oturup soluklanırken, mendilin soluk izini hala zırhının altındaki cebinde hissetti. O mendil, bir zamanlar onun hayatına dokunan o yumuşak ellerin hatırasıydı. Ve Kael için, bu yolculuk sadece bir görev değil; hayatındaki en önemli borcun ödenmesiydi.

1. Gün: Bilinmeze İlk Adım

Kael'in adımları, toprağın üzerinde yankılanıyordu. Ay ışığı, devasa ağaçların dalları arasından süzülerek ince çizgiler halinde ormanın zeminine düşüyordu. Her nefes alışında, havadaki yosun kokusu ciğerlerine doluyor, bu da yolculuğun ilk anlarında bile ona yabancı bir huzursuzluk veriyordu. Prensesin kayboluşu, Eldoria'nın kalbini darmadağın etmişti. Ve şimdi, Kael bu kaosun içinden doğru yolu bulmaya çalışıyordu.

Saraydan ayrıldığı o an, hissettiği şey bir görev bilincinden çok öfke ve suçluluktu. Prensesi koruyamamıştı. Şimdi bu hatasını telafi etmek için bilinmeyene doğru yola çıkmıştı. Ama bu ormanda ilerledikçe, karanlığın içinde gizlenen sessizlik, ona başka bir şeyin fısıldadığını hissettiriyordu: Yalnızsın.

Kael, gölgeler arasında kaybolmadan önce arkasına son kez bakmıştı. Eldoria'nın taş kuleleri, ay ışığında silik birer hayal gibiydi. "Prenses," diye mırıldandı kendi kendine. "Nerede olursan ol, seni bulacağım." O an, verdiği bu söz, yolculuğun karanlıklarına atılan bir fener gibiydi. Ama fenerin ne kadar dayanacağı, bu bilinmezlikte henüz belli değildi.

Sabaha Karşı: Çiftlik Evine Ulaşmak

Kael, neredeyse bütün gece boyunca yürümüş, ay ışığını takip ederek ormanın sınırına varmıştı. Sabahın ilk ışıkları doğmaya başladığında, karşısına küçük bir köy çıktı. Köyün sınırında, yıkılmaya yüz tutmuş bir çiftlik evi belirdi. Evin bacasından yükselen ince duman, birilerinin uyanık olduğunun habercisiydi.

Kael, kapıya yaklaşıp birkaç kez sertçe vurdu. Ahşap kapı hafifçe aralandı ve içeriden yaşlı bir adamın yorgun gözleri göründü. Adamın bakışları Kael'i baştan aşağı süzdü. Üzerindeki yolculuk giysileri, kılıcı ve duruşu… Onun bir asker ya da soylu olduğunu anlamak zor değildi.

"Ne istiyorsun, evlat?" diye sordu adam, sesi yaşlı ama dikkatliydi. Kael, derin bir nefes aldı ve yorgunluğunu belli etmemeye çalışarak konuştu.

"Birini arıyorum. Prenses… Son günlerde burada dikkatini çeken bir şey oldu mu? Yabancılar, tuhaf olaylar?"

Yaşlı adam, Kael'in yüzüne şüpheyle baktı ve birkaç saniye sessiz kaldı. Sonunda, başını hafifçe sallayarak konuşmaya başladı.

"Dün gece köyün dışındaki tepe tarafında bir grup yabancı gördüm. Yüzlerini seçemedim ama atlıydılar. Buraya pek yabancı uğramaz. Onlar senin aradığın kişiler midir bilmem ama… Bunu söyledikten sonra gitmeni isterim."

Kael, aldığı bu bilgiyi bir ipucu olarak kabul etti. Adamın endişeli hali, yabancıların köy üzerinde bıraktığı etkiyi açıkça gösteriyordu. Teşekkür ederek evden ayrılırken, yaşlı adamın kendisine uzattığı küçük bir ekmek ve su tulumunu da geri çevirmedi. Kael'in gözleri, uzaklardaki tepelere dikildi. Orada bir şeyler vardı. Yolculuğunun ilk adımı daha da netleşmişti.

Öğleye Doğru: Belirsiz Patikalar

Kael, çiftlikten aldığı yiyecekle yürüyüşüne devam etti. Gökyüzü açılmış, kuşların cıvıltıları ormanın derinliklerine kadar yankılanıyordu. Ama Kael, sakinleşemiyordu. Gözleri sürekli etrafı tarıyor, kulakları en ufak bir hışırtıyı bile kaçırmıyordu. Prensesi kaçıranların izini kaybetme lüksü yoktu.

Bir süre sonra ince bir patikaya vardı. Bu patika, köyün yaşlı adamının bahsettiği tepelere doğru uzanıyordu. Ağaçların gövdeleri burada daha sık ve kalındı, yol gittikçe daralmaya başlamıştı. Kael, belindeki kılıcı yokladı; her an bir saldırıya hazır olmak zorundaydı.

İlk Günün Sonu

Kael, güneş batmaya başladığında patikanın sonuna ulaştı. Ufukta, rüzgarla hafifçe sallanan çalılıklar ve kayalık bir tepe görünüyordu. Yorgun ve uykusuzdu, ama duramazdı. İçgüdüleri ona bir şeylerin doğru olmadığını söylüyordu. Kael, bir kayanın ardına gizlenip çantasından aldığı ekmeği kemirirken, gözlerini tepeden aşağı indirdi. Orada, hafifçe belli belirsiz yanan bir ateş ve siluetler gördü.

"Demek buradasınız…" diye fısıldadı. Kael, artık emin olmuştu. Bu yolculuk, düşündüğünden çok daha tehlikeli olacaktı. Ama onun için geri dönüş yoktu.

2. Gün: Sessiz Kasaba ve İlk Tuzak*

Kael, güneşin ilk ışıklarıyla beraber yola koyuldu. Ormanın derinliklerinden çıkar çıkmaz karşısına çıkan toprak yol, onu eski bir kasabaya doğru yönlendirmişti. Sessiz ve terk edilmiş gibi görünen bu kasaba, Kael'in dikkatini çekmişti. Yolda gördüğü birkaç iz, buradan birilerinin kısa süre önce geçtiğini işaret ediyordu.

Kael, kasabanın girişine vardığında tuhaf bir sessizlikle karşılaştı. Rüzgar, terk edilmiş evlerin arasında dolaşırken kırık camlardan çıkan ince uğultular sanki fısıldar gibiydi. Kasabanın tabelası yosunlarla kaplanmıştı, ancak harflerin soluk gölgeleri hâlâ okunabiliyordu: Velmora Kasabası.

Kael, kasabada birkaç adım attıktan sonra eski bir hana rastladı. Ahşap kapı gıcırdayarak açıldığında, içerideki boş masalar ve duvarda asılı olan paslı hançerler dikkatini çekti. İçeride kimse yoktu, ancak sanki birileri hâlâ burada yaşamını sürdürüyordu. Bir anda Kael'in dikkati yerdeki ayak izlerine takıldı. Bu izler taze görünüyordu ve doğrudan hana doğru girip sonra ortadan kayboluyordu.

Kael, belini doğrultup kılıcını kavradı. "Biri burada... Beni gözlüyor olmalı," diye düşündü.

Tam bu düşüncedeyken, arkasından yankılanan bir tıkırtı sesiyle irkildi. Hızla arkasına döndüğünde, elinde eski bir yay tutan gölgelerden birinin pencereden hızla kaybolduğunu fark etti. Kael anında harekete geçti ve dışarı fırladı, ancak kasabanın labirent gibi dar sokakları onu yavaşlattı. Her adımda başka bir gölge belirip kayboluyordu. 

"Beni tuzağa çekiyorlar..." diye fark etti Kael.

Tam o anda, bir ok hızla ayağının dibine saplandı. Bu bir uyarıydı. Gölgelerin içinde saklanan, yüzlerini gizlemiş birkaç kişi Kael'i kuşatmıştı. Hepsinin elinde paslanmış silahlar ve derme çatma zırhlar vardı. 

Kael, kılıcını çekerken gözleri tehditkar bir şekilde daraldı. Bu kişiler haydut olmalıydı; prensesin izini kaybettikten sonra yolu buraya düşmüş ve fırsatı kollamış olmalıydılar. 

"Ne arıyorsun burada, delikanlı?" diye sordu yüzü kapalı olanlardan biri.

Kael, sakin ama kararlı bir sesle yanıt verdi: 

"Prensesi arıyorum. Gölge gibi kaybolmuş birini... Sizi ilgilendirmez ama yolumdan çekilin."

Sözleri bir tehdit gibi yankılandı. Haydutlar bu cevaba kahkahalarla karşılık verdi. Ancak Kael, bu adamların gücünü hafife almayacağını biliyordu. Yorgun ve aç olmasına rağmen kararlıydı; pes etmeyecekti.

Küçük bir hamleyle Kael saldırıya geçti. İlk haydutun baltasını ustaca savuşturup kılıcını dizinin arkasına vurdu. Adam yere yığıldı. Diğerleri Kael'i kuşatmaya çalışsa da Kael'in hareketleri akıcı ve ölümcüldü. Her hamlesi, yıllar süren eğitim ve içgüdülerinin bir kanıtıydı.

Kasabanın sessizliği bu çatışmanın yankılarıyla bozulmuştu. Kael, son haydutu da etkisiz hale getirdiğinde derin bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı. Bulutlar gri bir örtü gibi kasabanın üzerine çökmüş, hava daha da kararmıştı.

Haydutlardan birinin üzerinde, kırmızı mühürlü eski bir parşömen buldu. Kael, parşömeni açtığında üzerindeki sembolü tanıdı: *Kraliyet Sarayı'nın eski mühürlerinden biri*. Bu, prensesin kaçırılmasının arkasında daha büyük bir plan olduğunu kanıtlıyordu.

"Bu iş sadece bir kaçırılma değil..." diye mırıldandı Kael. Yorgun ve yaralı olsa da, bu ipucu onu bir adım daha ileri taşıyordu.

Kael, kasabadan uzaklaşmadan önce geceyi eski bir ahırda geçirmeye karar verdi. Ufak bir ateş yakarak kılıcını temizledi ve yaralarını sardı. O gece, soğuk ve yalnızdı. Ancak bulduğu mühür, ona yeni bir umut vermişti.

"Prenses... Seni bulacağım. Ne pahasına olursa olsun..." 

Next chapter will be updated first on this website. Come back and continue reading tomorrow, everyone!

Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.